Demokrasilerde, özellikle de ABD ve İsviçre gibi en üst gelir grubundaki ülkelerde, seçime katılma oranları genellikle sanılandan düşüktür. Turnout denilen seçime katılım oranı, gelişmiş ülkelerde ortalama olarak %70’tir. Medyada genellikle katılmayan insanların genel ruh haline “Voter Apathy” yani “Seçmen Duyarsızlığı” denir. Ancak bu oy kullanmayan kişilere sorduğunuzda kulağa mantıklı gelen sebepler sunacaklardır. Bu sebepler kendiniz açısından aşılması kolay gözükse de karşı tarafın bakış açısıyla baktığınız zaman kendilerince haklı olduğunu düşünürsünüz. Peki bu tarz argümanlara ne cevap verilebilir? Bu soruyu cevaplandırabilmek için, öncelikle “oy verme hakkı nedir, oy vermek neden haktır, demokrasi nasıl ortaya çıkmıştır” gibi önemli noktaları iyice oturtmalıyız.
Oy Verme Hakkı Nedir? Modern Anlamda Demokrasi Nasıl Çıkmıştır?
Modern anlamda demokrasi bilinci tek bir temel ilkeye dayanır; “Taxation without representation” yani “Temsil edilmeden vergi alma”. Günümüzde hala ayakta olan en yaşlı demokratik ülke ABD, temel olarak bu ilkeye bağlı olarak kurulmuştur. İngiliz kralının kolonilerdeki vergileri arttırması sonucunda silahlanan yerel halk, parlamentoda temsil edilmeden vergi alındığı için isyana kalkışmış, ve 13 koloni birleşerek ABD'yi kurmuştur.
Yani temel olarak oy verme hakkı aslında vergi ödeyen her bireyin kendini temsil edecek kişiyi seçebilmesi için her vatandaşa verilen bir haktır. Bunu bir şeye benzetmemiz gerekirse modern bir borsaya açık şirketin işleyişine benzetebiliriz. Örneğin, diyelim ki 100 adet hissesi olan X Şirketinden bir hisse alıyorsunuz, bu hisse satım alımınız size X Şirketinin yönetim kurulunda %1'lik bir hak verecektir. Aynı şekilde hükümet de bunun gibidir. Her ne kadar özel şirketlerin aksine sizden zorla para alsa da, siz ona para verdiğiniz için sizin de doğal olarak onun üzerinde bir söz hakkınız vardır. Demokrasi bilinci böyle ortaya çıkmıştır. Vergi veren her birey temsil edilmeyi hak ediyordur.
Şimdi genel olarak oy vermek istemeyenlerin en çok kullandığı argümanları inceleyelim:
"Benim kullanacağım bir oy neyi değiştirebilir ki? Hem zaten sevdiğim partinin de kazanma şansı yok."
Tabii ki gerçekçi bakarsak günümüzde çok da bir şeyi değiştirmeyeceği, özellikle de birinci çıkacak partiyi/ adayı, neredeyse kesindir. Ama onların davranışlarını ve görüşlerini değiştirebilirsiniz. Neticede her politikacının temel amacı koltukta kalmak olduğundan, büyük partilerden küçük partilere kayan her bir oy onların yüreğini zıplatacaktır. Ve çözüm olarak küçük partilerin programlarında en çok üzerinde durduğu bazı vaatleri kendisi uygulayıp kayan oyları çekmeye çalışacaktır. Kendi ülkemizdeki en yakın örneğini ise iktidar partisi AKP'nin eskiden karşı olmasına rağmen, 2015'ten beri uyguladığı milliyetçi politikalar. Hazirandaki seçimin anketleri ilk ortaya çıktığından ve MHP'nin yüksek oy oranına sahip olduğu görüldüğünden itibaren başlayan bu politikalar, MHP'nin tarihindeki en fazla oy aldığı ikinci seçim olması ile bu politikalar biraz da olsa dozu arttırılarak uygulanmaya başlandı. Sonrasında ise, özellikle de darbe girişimi sonrasında, bu politikalar artarak gitmeye başladı. Özellikle de şu anda iki milliyetçi parti olan İYİP ve MHP'nin toplam oylarının anketlerde %20'yi aşmasıyla birlikte, önceden aynı hükümet tarafından kaldırılan "Öğrenci Andı"nın bile yakın zamanda sık sık gündem olduğunu görmekteyiz. Hatta ve hatta iktidar partisinin çözüm süreci sırasındaki HDP ile arasındaki sıcak havanın bir kaç sene içerisinde, birbirlerine "vatan haini" demeye varacak kadar soğumaya gitmesi de buna bir kanıttır. Yabancı ülkelerde örnek aradığımızda ise karşımıza Bill Clinton'un katıldığı seçim çıkıyor. Reagan ile şahlanan cumhuriyetçi rüzgarı neredeyse yenilmez görülüyordu. Reagan'ın uyguladığı neo-liberal politikalar halk tarafından sevilmişti ve devam ettirilmesi isteniyordu. Bundan dolayı Reagan'ın başkan yardımcısı George H.W. Bush seçildiğinde "Reagan'ın Üçüncü Dönemi başlıyor" denilmişti. Sorun ise Baba Bush'un ikinci dönem için girdiği seçimdeydi. İlk defa ABD'de güçlü bir üçüncü aday çıkmıştı ve Reagancılar ne savunuyorsa daha bile ilerisine gideceğini vaat etmişti. Ross Perot adındaki bu milyarder, Cumhuriyetçi partiden tam olarak %19 oranında oy çalmıştı. Clinton ile Bush arasındaki oy oranı farkı ise sadece %5.5 idi.
Başkan seçilen ve halktaki ekonomik açıdan daha fazla neo-liberalizm istediğini gören Clinton ise başkan adayıyken vaat ettiğinin aksine ekonomik açıdan bir demokrattan beklenmeyecek kadar özgürlükçüydü. O güne kadar cumhuriyetçilerin savunduğu şeyler olan deregülasyon ve mali muhafazakarlığı, cumhuriyetçilerden bile daha radikal bir şekilde uygulayıp (Glass-Steagall'ın kaldırılması ve bütçe fazlası vererek borcun GDP'ye oranının düşürülmesi) Ross Perot'un destekçilerinin %6'sının oyunu kendisine kaydırmayı başarmıştı. Yani Ross Perot'a oy veren aşırıcı neo-liberaller, aslında Clinton'un uygulayacağı ekonomik politikayı kendi istedikleri hale getirmişlerdi. Birleşik Krallık'ta ise aynı durumu Brexit sürecinde gördük. UKIP ve Brexit Partisi ne kadar oy oranını arttırdıysa Muhafazakar Parti de o kadar AB'ye muhalefetini arttırdı. İşçi Partisi bile göç konusunda daha sert durmaya ve bu seçmenlerin sol eksene yakın olup da sadece mülteci istemeyenlerini kendine çekmeye çalıştı. Sonuca gelirsek, verdiğiniz oy baraj altı kalan bir partiye gitse bile büyük partilerdeki yöneticileri ayağa kaldırdığından, iktidardaki parti oy verdiğiniz küçük partinin politikalarından bazılarını yerine getirecektir. Yani "çöpe atılmış bir oy" diye bir şey yoktur.
"Niye sandığa gideyim ki? Benim desteklediğim parti/ aday her türlü kazanacak zaten."
Buna verilebilecek cevap çok basit gelebilir ancak bu argümanı çürütmeye yeterli olacaktır. Peki ya partinizi destekleyen herkes sizin gibi düşünürse ne olacak? Bunu imkansız mı sanıyorsunuz? En yakın örneği 2016 ABD Başkanlık seçimleri. Hillary Clinton'un anketlerde uçup kaçtığını, büyük fark attığını gören Demokrat partili büyük bir çoğunluk sandığa gitmeye üşendi ve hayatlarına devam etti. Sonucunda ise Clinton büyük bir hüsrana uğradı. Electoral College ile kazanmak için en kritik olan iki eyalette, yani Wisconsin ve Michigan'da, Clinton anketlerde %6 gibi açık bir fark ile önde gözüküyordu. Ancak bu eyaletlerde kazanan ise %0,7 gibi ufak bir fark ile Trump oldu. Yani sandığa gitmeyen Demokratlar nasıl olsa kazanacağız diye oy vermediği seçimde, baş düşman olarak gördükleri bir adamı dolaylı olarak başkan yapmışlardı. Ayrıca böyle bir durum olmasa bile, ufak bir fark ile yenmek partinizi/ liderinizi daha pısırık ve muhalefet ile anlaşmaya itecek birisi yapacakken, açık bir fark ile yenmek partinizi/ liderinizi daha kendinden emin ve işleri daha stabil şekilde hızlıca çözen bir hale getirecektir.
"Ülkemin politikası hakkında en ufak bir fikrim yok, başbakanı cumhurbaşkanını falan bile tanımıyorum. Zaten politik herhangi bir gelişme hayatımı etkilemiyor."
Böyle düşünüyorsanız İsviçre'de ya da Lihtenştayn'da yaşıyor olmalısınız. Evet İsviçre'de hükümetin ve başkanın ya da başbakanın neredeyse hiçbir yetkisi olmadığından böyle düşünmekte haklısınız. Zaten böyle düşünüyorsanız İsviçre nüfusunun oy verebilecek olan nüfusunun yarısından fazlası ile hemfikirsiniz demektir. Senelerdir yasa değişmeyen, değişse bile referandum olan bir ülke olduğu için milletvekili seçimlerinde oy kullanmanız teknik olarak hiçbir işe yaramayacaktır. Hatta yöneticilerin adını bile bilme ihtimaliniz çok düşük olacaktır. Bu tarz bir durum yani politikanın tamamen günlük yaşamdan çıkması aslında iyi bir şey tabii ki. İnsanlar yaptığı işlere, projelere daha çok önem verecektir. Eğer böyle bir argümanınız varsa maalesef ki size cevap veremeyeceğim.
Ancak maalesef ki çoğunluğumuz dünyadaki en şanslı 8 milyon kişi arasında değiliz.
"Muhalefeti sevmiyorum, şu anki durum ile çok da bir sorunum yok. Ancak iktidar partisine oy verirsem daha da güçlenip sevmediğim şeyleri yapabileceğinden oy vermek istemiyorum. Statüko devam etsin istiyorum."
Bu argümanı Amerikan demokrasisi kurulduğundan beri bir çok Amerikalının oy verirken kullandığı bir taktiği göz önüne alarak çürütebiliriz. Eğer ki yürütmenin ve yasamanın ayrı seçimlerle seçildiği, ve kuvvetler ayrılığının iyi olduğu bir ülkede yaşıyorsanız (Örneğin ABD, Fransa) bu sorunu başkan adayı olarak size daha yakın kişiye verip, mecliste ise muhalefetteki bir partiye vererek meclisin yürütmeyi sürekli olarak denetlemesini sağlayabilirsiniz. ABD'de bu duruma "filibuster" deniyor. Ve bir çok kişi ömürlerinin normal bir şekilde değişmeden devam etmesini istediği için başkanlıkta cumhuriyetçi adaya, mecliste demokrat adaya (ya da tam tersi) oy vererek birbirini bloklamasını ve her şeyin değişmeden devam etmesini sağlıyor. Peki Türkiye gibi meclisin yeterince güçlü olmadığı sistemlerde, ya da parlamenter sistemlerde ne yapacağız? Diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Bu biraz işleri karıştıracaktır ancak tabii ki bunun da çözümü var. İstediğiniz parti/ aday'a oy verip yerelde ise muhalefete oy verebilirsiniz (ya da tam tersi). Elbette "filibuster" kadar etkili olmayacaktır ancak muhalefet yerel yönetimlerdeki otoriteyi kullanarak bazı şeyleri engellemeye çalışacaktır. Birleşik Krallıkta genel olarak böyle düşünen kişilerin uyguladığı taktik budur. Türkiye'de yerel yönetimler maalesef ki yeterince güçlü olmadığından bu taktik biraz saçma görünebilir ancak böyle düşünenler için denemekte fayda var.
"TÜM PARTİLERDEN NEFRET EDİYORUM, HEPSİ SAHTEKAR"
En ünlü olan argümanlardan birisi de budur. Özellikle de Türkiye'de çok ünlüdür. Oy vermeyen büyük bir kesim, tüm politikacıların yolsuz olduklarını düşünüp onların hiçbirine oy vermek istememekte.
Bu gibi durumlar için ise elimizde çok güçlü bir koz var; Protesto Oy. Protesto oy atanların sayısı ne kadar artarsa, büyük partiler bu gruplar üzerine yapılan anketleri inceleyerek sizi geri çekmeye çalışacaktır. Böylelikle en azından parti liderlerinin oy hırsını körükleyerek sizin görüşlerinize yaklaşmalarını sağlayabilirsiniz. Ya da siz aday olabilirsiniz. Evet belki seçilme şansınız olmaz ama, denemekte fayda var. En azından oyunuzu boşuna atmamış olursunuz veya medyada düşük oy aldığınız için fark edilebilirsiniz. Reklamın iyisi kötüsü olmaz değil mi?
"Oy vermeyi ahlaki olarak doğru bulmuyorum. Başkasının hayatı üzerinde söz hakkımın olması ahlaklı değil."
Haklısınız. Başkasının hayatında karışmak kesinlikle ahlaksızlık. Ancak, bu ikilemin sebebi toplumsal mülk kavramı. Bu kavramdan da yakın zamanda kurtulabileceğinizi sanmıyorum. Üstte verdiğim örnekte olduğu gibi, nasıl ki bir şirkette hisse sahibi olmak bizi o şirkette söz sahibi yapıyorsa, aynı şey devlet için de geçerli. Devlet bizden zorunlu olarak para aldığına göre devlet üzerinde bir söz hakkımızın olması gerekmektedir. Tabi ki özel şirketler ile devlet aynı şey değildir ve devlet bizden zorla para almaktadır, ancak toplumsal mülk denilen kavram ortada olduğu ve bir anda puf diye yok olmadığı müddetçe elimizdeki en ahlaki seçenek devleti yani toplumsal mülkü ortak bir şirket gibi görüp, kendi paramızı verdiğimiz yerde söz hakkında sahip olmamızdır. Para verdiğimiz bir hükümetin neler yapması gerektiğini söylemek bizim için her zaman daha iyi olacaktır. En azından ülkenizi kendi fikrinize daha da yaklaştıracak bir partiye, ya da yaptığınız işe göre iyi bir politika uygulayan bir partiye taktiksel olarak oy verebilirsiniz. Ya da en statükocu partiye oy vererek en azından mevcut durumun devam etmesini ve haklarınızın gasp edilmesini engellemeleri için muhalefet oluşturabilirsiniz.
"İktidardaki parti/ aday ile muhalefetin parti/ aday'ı arasında bir fark göremiyorum."
Türkiye'de bu görüşe sahip olanlar bir azınlık olsa da, batıda bu tarz görüşler hayli yaygın. Özellikle 2000'lerde tüm partilerin iyiden iyiye neo-liberalizme kaymasından dolayı çoğu sol eğilimli kişi böyle düşünerek ya protesto oy atmaya ya da daha radikal partilere oy vermeye başladılar.
Bu tarz bir cümle genel olarak parlamenter demokrasilerde yahutta tek turlu başkanlık sistemini sahip ülkelerde olmasa da iki turlu olan sistemlerde baya kafa karıştıran bir şeydir. Ancak çözümü üstte de bahsettiğim daha statükocu adaya oy vererek çözülebilecek bir şey. Örneğin Fransa seçimlerinde Macron sol kesim tarafından nefret edilen bir figür olmasına rağmen "Le Pen geleceğine Macron gelsin daha iyi, en azından statüko devam eder" mentalitesiyle oy verdiler ve Macron'u başarıya taşıdılar. Bu tarz bir argümanı olan kişi için halihazırda iktidarda olan parti/ adaya oy vermek daha iyi olacaktır.
Sonuç
Oy kullanmak vergi veren her vatandaşın bir hakkıdır ve "çöpe atılmış" bir oy yoktur. Oy vermek, haklarımızı korumak, ya da genişletmeye çalışmak için barışçıl olan sayılı yollardan birisidir ve bu barışçıl yöntemi en iyi şekilde kullanmamız gerekmektedir. Aksi taktirde yarın "güçlü" bir iktidar gelip tüm haklarımızı elimizden alabilir.
Comments