Not: Okumak üzere olduğunuz yazı 29 Ağustos 2020 tarihinde mises.org’da yayınlanan “Colonial Exploitation Did Not Fuel the West’s Economic Development” başlıklı makaleden çevrilmiştir.
Bazı entelektüeller, özellikle solda olanlar, Batı’nın ekonomik gelişiminin “Üçüncü Dünya” olarak da bilinen gelişmekte olan ülkelerden adaletsiz bir biçimde sömürülen kaynaklar olmaksızın imkansız olacağını iddia etmeye devam ediyor. İncelikli düşünürler bile otomatik olarak bu varsayımların doğru olduğunu kabul ediyor.
Şüphesiz ki fethedilen kurbanların açık sömürüsü Batı emperyalizminin doruk noktası boyunca gerçekleşti. Yine de bu tür örnekler Batı’nın Üçüncü Dünya’daki az gelişmişliğin nedeni olduğu iddiasını desteklemekte başarısızdır. Bu yüzden, sol eğilimli aktivistler tarafından popülerleştirilen varsayımların doğruluğunu belirlemek için üç önemli soruya cevap vermeliyiz: 1- Batı gelişimi için Üçüncü Dünya’yı sömürmeye muhtaç mıydı? 2- Kolonyalizm hangi ölçüde gelişmekte olan dünyanın durumunu açıklayabilir? Ve 3- Kapitalizmin Üçüncü Dünya’daki gelişmeyi engellediğini iddia eden eleştiriler haklı mıdır?
Sayısız entelektüel Batı’nın gelişiminin Üçüncü Dünya’daki kaynakların kontrol altına alınmasını gerektirdiğini öne sürmektedir. Bununla birlikte, Ekonomi ve Dünya Tarihi: Mitler ve Paradokslar’da(1995) iktisatçı Paul Bairoch yerinde bir şekilde bu klişeyi reddediyor:
“Batı dünyasının gelişiminin, özellikle de sanayileşmesinin çok uzun bir süre boyunca Üçüncü Dünya’dan gelen ham maddelere bağlı olduğu şeklinde yaygın bir inanç vardır… Yaygın görüşün aksine, bütün bunlar hayli yeni fenomenlerdir. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasındaki dönem kadar geç bir zamanda, gelişmiş ülkeler(Batıdakiler bile) neredeyse tamamen enerjide kendi kendine yeterliydi. 1930’ların sonuna kadar, gelişmiş dünya tükettiğinden daha fazla enerji üretti ve enerji ürünlerinde, özellikle kömürde oldukça büyük ihracat fazlasına sahipti. Başlıca ihracatçılardan biri de en sanayileşmiş ülkelerden biriydi: Birleşik Krallık.”
Aslında, Bairoch Üçüncü Dünya ve Batı arasındaki ticari ilişkileri mütevazı olarak tanımlıyor:
“1800-1938 arasındaki periyod boyunca, toplam ihracatın yalnızca %17’si Üçüncü Dünya’ya ve bunların yalnızca yarısı kolonilere gönderildi, bu toplam Avrupa ihracatının yalnızca %9’unun kolonyal imparatorluklara gittiği anlamına geliyor. Bu periyod boyunca toplam ihracat gelişmiş ülkelerin GSMH’nın %8-9 kadarını temsil ettiği için Üçüncü Dünya’ya giden ihracatın bu gelişmiş ülkelerin üretiminin toplam hacminin yalnızca %1.3-1.7’sini ve kolonilere giden ihracatın yalnızca %0.6-0.9’unu temsil ettiği tahmin edilebilir.”
Gerçekte, Üçüncü Dünya kolonileri, kolonyal güçler için oldukça pahalıydı. “Emperyalizmin Kârlılığı: Batı Hint Adaları’nda Britanya Deneyimi 1768-1772” başlıklı makalesinde Philip R.P. Coelho sömürgeciliğin Britanya için mali yükümlülük olduğu belirtiyor:
“Britanya Batı Hint Adaları’ndaki Britanya kolonilerinin maliyeti şeker tüketicileri ve vergi mükellefleri tarafından sırtlanılmıştır. Britanya sömürgeciliğinden esas faydalananlar Britanya Batı Hint Adaları plantasyon sahipleriydi. Onların faydası şeker için dünya piyasasında alacaklarından daha yüksek bir fiyattan ve Britanya ordusu tarafından sağlanan korumadan oluşur.”
İş arkadaşı olan iktisatçı Lance E. David ve Robert A. Huttenback de emperyalizmin müsrif bir girişim olduğunu konusunda hem fikirdir.
“Kolonyal maceraperestlik emperyal devletler için büyük bir kârın kaynağı değildi. Halkın temsilcileri, seçmenlerce sevilen bir sorumluluğu gönülsüzce kabul ettiler fakat imparatorluklar çok fazla paraya mal olur ve masrafları paylaşacak gönüllüler bulmak zordur.”
Batılı güçleri zenginleştirmek yerine koloniler ekonomik büyümeyi yavaşlattılar. Bairoch’a göre:
“Eğer 19. Yüzyıl boyunca büyüme hızlarını karşılaştırırsak, kolonyal olmayan ülkelerin, genellikle, kolonyal olanlardan daha hızlı bir ekonomik gelişmeye sahip olduğu görülür… Dolayısıyla, Britanya, Fransa, Portekiz, Hollanda ve İspanya gibi sömürgeci ülkeler, Belçika, Almanya, İsveç, İsviçre ve Birleşik Devletler’den daha yavaş bir ekonomik büyüme hızıyla karakterize edilmiştir… 20. Yüzyılın ilk yıllarında kolonyal “klübe” katılarak Belçika da yavaş büyümeyle karakterize edilen grubun bir üyesi olmuştur.”
Kanıtlar, açıkça Üçüncü Dünya’nın Batı için önemsiz olduğunu gösteriyor. Dahası, iktisat tarihçileri uzun süredir Batı’nın yükselişini açıklayan unsurların Orta Çağ kadar erken tarihlerde mevcut olduğunu iddia ediyor. Orta Çağ Avrupa’sında kurumsal verimliliği karşılaştıran ekonomist Jan Luiten van Zanden şunları yazar: “Batı Avrupa’nın Orta Çağlarda göreceli olarak verimli olan(diğer yerlerde sermaye piyasasını ve mülkiyet haklarını düzenleyen kurumlardan daha verimli) kurumsal çerçeveyi zaten kazanmış olduğu görüşü faiz oranları üzerine olan kanıtlar tarafından doğrulanıyor gibi görünüyor.” Bazıları için kavraması zor olsa da, ekonomik gelişme sömürünün bir sonucu değildir fakat daha ziyade coğrafyadan kurumlara kadar değişen çeşitli faktörlerin sonucudur.
Benzer şekilde, sömürgecilik kuruntusu yoğun duygular açığa çıkarmaya devam ediyor fakat az sayıda kişi sömürgeciliğin ne ölçüde gelişmekte olan ülkelerdeki zorluklardan sorumlu tutulabileceğini üzerine kafa yorar. Diğer taraftan, daha da az sayıda radikal eski kolonilerdeki krizleri sömürgecilikten başka bir nedene atfeder. Kolonyal yönetim etnik gerilimleri besleyerek ve dolayısıyla devletteki güveni azaltmaya ve güvensizliği desteklemeye hizmet ederek hegemonyasını sürdürmeye çalıştı. Bununla birlikte, verileri incelemek meselenin çok daha karmaşık olduğunu ortaya çıkaracaktır. Afrika’daki bazı savaşların kökeni sömürgeciliğe bağlanabilir fakat sadece belli bir dereceye kadar. Sömürgecilik kıtadaki bütün şiddet formlarını açıklayamaz. Matthew Lange ve Andrew Dawson güncel bir makalede sömürgeciliğin bütün durumlardaki şiddetin temel sebebi olmadığını buldu:
“Sömürgeciliğin iç şiddetin evrensel nedeni olduğu şeklindeki geniş kapsamlı iddialara karşı kanıt sunuyoruz fakat sömürgeciliğin bazı formlarının iç şiddetin bazı formlarının risk ve yoğunluğunu arttırmış gibi göründüğünü de buluyoruz… Bulgularımız sömürgecilik tarihinin toplumlar arası çatışmayı desteklediğine kanıt sunsa da, politik isyanların seviyesi ve on yıl başına iç savaş yılları için sonuçlarımız çok daha az kesindir… İstatistiksel olarak isyanların seviyesi ya da iç savaş yılları açısından eski koloniler ve koloni olmayanlar arasında önemli bir fark yoktur. Dahası, eski kolonileri kolonicinin kimliğine göre ayırdığımızda, koloni olmayanlar ve Büyük Britanya, Fransa ve küçük kolonyal güçlerin eski kolonileri arasında iç savaş yılları ve isyan seviyeleri açısından istatistiksel olarak önemli bir fark olmadığını buluyoruz.”
Bilim insanlarına bazı durumlarda temel bir sebep değil, çoklu sebeplerin olduğu hatırlatılmalıdır. Üçüncü Dünya ülkelerindeki gelişmeyi şekillendirmede sömürgecilik öncesi kurumların rolüne daha büyük bir öncelik verilmelidir. Sömürgeciliğin Afrika üzerindeki etkisinin bir analizi şunu açığa çıkarıyor:
“Kolonyal mirasın kurumsal kaliteye ve kişi başı gelire olan ilgisi Afrika’da hızla kayboluyor. Kurumsal kalite ve gelirdeki farklılıklar giderek daha az bir şekilde kolonyal mirasla açıklanabilir. Sömürgecilik öncesi sosyal ve coğrafi şartların daha önemli olduğuna ilişkin bazı kanıtlar da vardır.”
İktisatta sömürgeciler tarafından kurulan kurumların çağdaş ekonomik büyümeyi belirlediği konusunda büyük bir konsensüs olabilir fakat bazı araştırmacılar incelemeye değer karşı tezler yayınlamaktadır. Bir çalışmanın iddia ettiği gibi “bizim bulgularımız, coğrafyanın hem tarihsel ölüm oranlarını hem de günümüzdeki ekonomik üretimi etkilediğini göstererek, ekonomik gelişmenin kurumlar hipotezine karşı çıkmaktadır.” Eğer aktivistler gelişmekte olan dünyaya yardım etmekle ilgileniyorsa, o zaman ciddiyetten uzak politikaya değil titiz veriye dikkat etmeleri onlar için uygundur.
İlginç bir biçimde, ne zaman sömürgecilik tartışılsa, nadiren herhangi bir faydasını duyarız. Sömürgecilik birçok negatif etki üretti fakat pozitifleri dikkate almamak olmaz. Araştırma iddia ediyor ki “net olarak, Avrupalıların beraberinde getirdiği diğer şeyler, azınlık Avrupalı yerleşim alanlarının bugünkü ekonomik gelişme üzerindeki herhangi bir negatif sömürücü etkisine ağır basar. Sömürgecilik boyunca Avrupalıların bugünkü ekonomik gelişme üzerine pozitif etkilerinin, kolonyal periyod boyunca yalnızca Avrupalıların popülasyon içindeki payının küçük ya da sıfır olduğu eski koloniler incelendiğinde, daha küçük ya da negatif değil daha büyük olduğunu buluyoruz.” Ek olarak, Nathan Nunn ve diğer ekonomistler kolonyal periyod boyunca gelişmekte olan dünyada eğitime erişimin Protestan misyonerlerin öğrenim kurumları kurmaktaki merkezi rolü nedeniyle arttığını kanıtlıyor.
Sol eğilimli eleştiriler kapitalizmin Üçüncü Dünya ülkelerini sömürdüğünü ve kapitalizm yok edilmediği sürece gelişmenin Üçüncü Dünya’yı atlayacağını iddia ediyor. Bu perspektif oldukça gülünçtür çünkü çalışmalar fakir ülkelerin ticaret engellerini kaldırarak ve küresel piyasaya nüfuz ederek zengin olabileceğini iddia ediyor. Dünya Bankası için yazan ekonomist David Dollar ikna edici bir biçimde piyasa yanlısı reformların gelişmekte olan ülkelerdeki büyümeyi teşvik ettiğini iddia ediyor. “En ikna edici kanıtların bazıları bu sürecin belli ülkelerde nasıl çalıştığını gösteren vaka çalışmalarından gelir. 1980’de oldukça fakir olan ülkeler arasında Çin, Hindistan, Uganda ve Vietnam ilginç bir örnekler dizisi sunar.” Benzer şekilde, Sahra-altı Afrika’nın bir değerlendirmesi ekonomik özgürlüğün kapsayıcı büyümeyi başarmak için en iyi strateji olduğunu bize bildirir. Çalışmaya göre, “ekonomik özgürlükten kapsayıcı büyümeye doğru, ama tam tersi yönde değil, nedensel bir ilişki” için kanıt vardır. Merkezileşme değil serbest piyasa gelişmekte olan ülkelerdeki vatandaşların durumlarını iyileştirir.
Batılı ülkeler kolonyal girişimlerin peşinden gidebildiler çünkü zaten zengindiler. Dolayısıyla, sömürgecilik Batı gelişmesinin kaynağı değil bir sonucudur. Bunula birlikte, Batı ve Üçüncü Dünya arasındaki ilişki hakkındaki mitler politik gündemi ilerletmeyi sürdürüyor. Üçüncü Dünya ülkelerini kurbanlar olarak betimlemek beceriksiz liderlerin egolarını okşayabilir ve hatta dış yardım sağlayan Batılı politikacıların profillerini yükseltebilir. Fakat ekonomik ve tarihsel yanlışları desteklemek, Üçüncü Dünya liderlerini kendi akılsızlıklarından mesul tutmayarak, zengin ve fakir ülkeler arasındaki gelir farkını arttıracak. Üçüncü Dünya için iyi haber şu ki Batı’nın deneyimi daha zayıf devletleri sömürmeden ilerlemenin mümkün olduğunu gösteriyor.
Yazar: Lipton Matthews
İngilizceden çeviren: Hasan K. K.
Yorumlar